GÖKLERİN, YERLERİN, DAĞLARIN KABUL ETMEDİĞİ EMANET

Her gün onlarca insanla diyalog haline gireriz. Sokakta yan yana yürüdüğümüz, aynı otobüste aynı havayı soluduğumuz, tanımadığımız yüzlerce insan, sessiz diyaloglarımızın parçasıdır. Yörüngesine girdiğim ya da iletişim platformlarından gördüğüm insanlara bakarken Rabbimin büyüklüğünü temaşa ederim her seferinde. Çünkü her insan şekline, ses tonuna, mimiklerine, vücut dillerine, kornealarına, ruh dünyalarına, dna yapılarına, parmak izlerine varıncaya kadar birbirlerinden farklıdır. Şimdiye kadar yaratılmış insanların özellikleri birbirlerinden farklı olduğu gibi şimdiden sonra yaratılacak bütün insanlar da birbirlerinden farklı özelliklere sahip olacaklarını biliyoruz. Aynı yumurta ikizi olan insanların bile çok büyük farklılıkları var. İnsan Allah’ın sanatının tecellisi. Her aynaya baktığında üzerindeki sanatı görmeli insanoğlu. İşte bu sanat eserine öyle bir emanet yüklüyor ki Allah’u Teala, gökler, yerler, dağlar kabul etmiyor bu emaneti. Ayet olan bu bilgiyi ilk çocukluğumda duymuştum. Duymuştum ve çok şaşırmıştım.
Aile büyüklerimiz konuşurken, “Eee insana verileni dağlar, yerler, gökler kabul etmemiş. O yükü insan sırtlamış. İnsan taşımış.” Cümlelerini duyduğumda çocuk aklımla çok şaşırmıştım. “Dağların taşıyamadığını insan nasıl taşır ki?” diye çok düşünmüştüm. Düşünsem de bulamayıp büyüklerime sorduğumda: İnsanın taşıdığı, verilen emanettir. Sorumlulukları yerine getirmek, emir ve yasaklara uymaktır. Verilen nimetlere şükür etmektir. Nefsi terbiye etmektir. Başına gelen musibetlere sabredebilmektir. Emanete haram değdirmeden Allah’a ulaştırabilmektir. Bu ve bunlara benzer cevaplar almıştım. O zaman aklım yettiğince anlamaya çalışsam da tam idrak edememiştim. Edemesem de insanın taşıdığının yaşadıkları olduğu kanısına varmıştım. Bu kanı uzun yıllar tatmin edici olmuştu benim için.
Rahmetli dedemin bir asker arkadaşı vardı. İlçeye epey uzak bir köyde yaşardı. Maaşını almak için ya da bir işini halletmek için ilçeye geldiğinde bizim evde bir gece yatardı. Dedem ile uzun uzun sohbet ederlerdi. Zühtü dayı derdik biz ona. O uzak köyden ilçeye yürüyerek gelirdi. Okumayı çok severdi. Bazı konularda derin bilgilere sahipti. Bize hemen hemen her geldiğinde misafir odasında bulunan kütüphanenin önüne gider, kitaplara göz atardı. Liseye giderken ölüm ve ahiret üzerine kitaplar okumayı nedense çok severdim. En son, ölüm ve Ahirete dair merak edilenler, diye bir kitap almıştım. Altı yüz sayfa kadar kalınlığı olan bir kitaptı. Kütüphanede onu gördü. Kitabın bana ait olduğunu anlamış gibi yüzüme bakarak, kızım bu kitabı bu akşam okusam, diye sordu. Kitabı bitiremezse giderken alabileceğini söylemiştim. Ama o kalın kitabı okumayı o gece bitirmişti Zühtü dayı. Sonra yıllar önceden aklıma yer eden o soru geldi dilime.
“Zühtü dayı, göklerin, yerlerin, dağların kabul etmediği, taşıyamadığı ama insanın kabul edip taşıdığı şey nedir? İnsanda nasıl bir güç var da dağların taşıyamadığını taşıyor?” diye sordum. Önce tebessüm etti. Böyle bir sorunun, zamanın gençliğinden gelmesine sevinen bir tebessümdü sanki. Bu söylediğin Kuran’ı Kerim’de Azhab Suresi yetmiş ikinci ayette geçer kızım, dedi. Kitaplıktan Kuran’ı Kerimi alıp Euzü besmele çekerek ayeti okudu. Türkçesini açıkladı ve konuşmaya devam etti.
– “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar. Ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” Ayette emanetten kasıt tek bir şey değildir. Farzlar, emirler, nimetler, musibetler, imtihanlar hepsi emanettir. Ve bunların bir ağırlığı vardır. Bir sorumluluğu vardır. Sorumluluğu yerine getirememenin cezası vardır. Öte yandan sorumluluğunu yerine getirenlere büyük mükafatlar vardır. Emanetlerden bir örnek verelim. Bu can bu beden emanettir bize. Gözümüz, kulağımız, dilimiz, elimiz, kolumuz, ayağımız emanettir. Her emanetin ayrı ayrı sorumluluğu vardır. Örneğin gözlerimizi haramdan, dilimizi yalandan ve gıybetten, kulağımızı kötüyü duymaktan korumakla sorumluyuz. Onları korursak kalbimizi de korumuş oluruz. Korunan bir kalple emanetler daha kolay taşınır. Akıl, irade, hür olmak insana verilen emanetlerdendir. Ayette geçen emanet, kulluktur kızım. Kulluk emaneti öyle ağırdır ki kocaman gök, uçsuz bucaksız görünen yer ve koca dağlar o emaneti üstlenmemişlerdir. Ayetin devamında insanın zalim ve cahil olduğundan bahseder. Zulmün zıddı adalettir. Cahilliğin zıddı ise ilimdir. Yani insan adalet ve ilimle emaneti hakkıyla taşıyabilir. Adil olmak için sağlam bir iman ile salih ameller işlemek gerekir. İlme ermek için ise zahiri ve batini ilimleri öğrenmek gerekir. Bu ağır emaneti ancak böyle taşıyabilir insan. Ancak biz unutuyoruz. Kulluğumuzu, insanlığımızı, kendimizi, maneviyatı, ahireti, adaleti, ilmi unutuyoruz. Sanki bize böyle ağır bir emanet yüklenmemiş gibi gelişi güzel yaşıyoruz. Unutmamak gerekiyor. Kulluk gibi ağır bir emanetimizin olduğunu unutmamız gerekiyor.
Zühtü dayının konuşmaları ders niteliğindeydi. Evet bizim omuzlarımızda çok büyük bir emanet vardı. Göklerin, yerlerin, dağların bütün azametlerine rağmen taşımak istemedikleri büyük çok büyük bir emanet. Kulluk emaneti. Bu emanetin büyüklüğüne yakışır şekilde yaşamamız gereken bir hayat var. Adaletle, salih amelle, ilimle, azimle, sağlam bir iman ile sırtımızdaki kulluk emanetini taşıyarak, yürümemiz gereken bir hayat. Allah hepimize kulluk emanetini hakkıyla taşıyabilmeyi nasip etsin.
Saygılar, sevgiler