SEYİT ONBAŞI’NIN TOPA SARILDIĞI GİBİ

İnsanlığın utanç listesinde başı çeken, geçtiği yerleri tarumar eden savaş!.. Adı anıldığında, anıldığı andan önce yaşattığı tüm acıları tekrar yaşatmış gibi yürekleri dağlayan savaş!.. Sadece hedeflerine değil anaların yüreklerine, çocukların hayatlarına bombalar atan savaş!.. Nice yuvaları evlatsız, ersiz, babasız bırakan, nice aileleri yuvasız bırakan savaş!.. Masumları yerinden, yurdundan, hayallerinden, geleceklerinden, umutlarından dahası hayatlarından eden savaş!.. Bir türlü doymayan, kan göllerinde yüzdükçe yenilerini sahiplerine hayal ettiren, insanlığın cellatlarının iştahını kabartan savaş!.. Göz yaşları aktıkça çocukların, daha da vahşileşen savaş!.. Ekonomileri alt üst eden, şuncacık çıkar için nice hazineleri yok eden savaş!..
İnsanlığın tarihi kadar eski olan savaş, yüzyıllardır can aldığı gibi günümüzde de sahneden inmiyor bir türlü. Tarihe baktığımızda savaşlar, yurt edinme mücadelesi, var olma ve varlığını koruma mücadelesi, dinini yayma isteği, sömürgeler elde etme çabası gibi nedenlerle yapılmıştır. Şimdi de sebepler çok farklı değil, masum değil… Hatta giderek savaşın çirkin yüzünü daha da çirkinleştiren sebepler sürülüyor ortaya. Çıkar ilişkileri, global dünyada daha etkin rol oynama isteği gibi onca canın karşılığı olmayan sebepler. Devletlerce savaşın haklı sebepleri sürülse de ortaya insanlık adına haklı hiçbir sebebi olamaz… Günümüzde bir ülkenin zayıflığı başka bir ülkenin iştahını kabarttığı için bile savaş hazırlıklarına başlanıyor. Alttan alttan siyaseti yapılıyor. Onun için bir ülke güçlü olmak zorunda. Her alanda yenilikçi ve üretken olmak zorunda. Savaş sanayisinde ilerlemek zorunda. Savaşlara prim vermemek, güya modern dünyanın aç kurtlarının iştahlarını kesmek için gidebildiği en ileri noktaya gitmek zorunda. Sadece açık açık yapılan savaşlara karşı değil, sinsice alt yapıları oluşturulan, biyolojik, ekonomik, teknolojik dahası psikolojik savaşlara hazır olabilecek duruma gelmek zorunda. Savaşın belli bir zamanı yok artık. Bugün haberlerini okuduğumuz savaşlar işin sadece görünen yüzü. İnsanlık her an savaş halinde artık. Zayıfladığı her alanda da risk altında. Bir ülkenin güçlü olabilmesi sadece devlet politikaları, reformlar, desteklenen projeler ile mümkün değil. Devletlerin yaptığı her çalışma ancak her bireyin elindeki işi en iyi en doğru şekilde yapmaya gayret göstermesiyle mümkün olur. Yani her bireyin kendi kapısının önünü güvene almasıyla mümkün olur. “Ne alakası var?” Diyenler olabilir. Şöyle bir örnek vermek istiyorum bu sorunun sorulma ihtimaline karşı.
Derenin yakınında olan evlerin sahipleri, oluşabilecek taşkınlara önlem olsun diye duvar örme kararı alsa. Bütün haneler duvarı örse, sadece bir hane tembellikten, ihmalden ya da başka bir sebepten dolayı o duvarı örmese. Bir taşkın olduğunda o örülmeyen duvarın olduğu yerden sular girmeye başlamaz mı? Ya da bütün haneler en iyi malzemeler ve işçilikle duvarı sağlam yaparken bir hane parasını, emeğini ve zamanını almasın diye göstermelik, uyduruk bir duvar örse, taşkın suları ilk o duvarı yıkıp girmez mi? Onca insanın emeği boşa gitmez mi? Tabi ki savaşların direk sebepleri görevlerini iyi yapmayan insanlar değildir. Ancak görevini iyi yapmayan her insan iyi yapanların gayretini boşa çıkartacak sonuçlara kara bir imza atar. Bir zincir ne kadar sağlam olursa olsun bir tane bile zayıf halkası var ise o zayıf halka bütün zincirin sağlamlığını boşa çıkartır. Günlük hayatımızda da böyledir. Çok etkin, saygın bir kurumda işini iyi yapmayan ihmal eden bir kişi bile o kurumun işlerini sekteye uğratıp, saygınlığını yitirmesine sebep olabilir. Devletleri o kurumdan, kendimizi o kurumun çalışanından farklı düşünmemek gerek.
Evet bizim savaşları durdurmaya gücümüz yetmez. Savaş mağduru bütün insanların, çocukların yaralarını sarmaya da yetmez. Ancak elimizdeki işi en iyi şekilde yapmaya gücümüz yeter. “Benim yaptığım işten ne olacak? Bir tek ben miyim?” Sualleri zihnimizde yankılanabilir. Yıllar önce televizyonlarda bir askerin mektubu okunuyordu. Şehit olmadan birkaç gün önce sınırda girdikleri çatışmayı anlatmış. Çok etkilenmiştim o mektuptan. “Daha önceleri ‘Bir tek ben miyim vatanı kurtaracak?’ derdim. Dün akşam nöbetteyken, yanımdaki arkadaşımı şehit ettiklerinde anladım bir tek ben olduğumu. Çünkü o an birliğe haber verecek bir tek ben kalmıştım.” Diyordu mektubunda. Bazen bir tek kişinin yaptığı iş, bir vatanı kurtarıyor. Seyit Onbaşı’yı düşünün. Onun attığı topun neleri kurtardığını. Ya o da “Bir tek ben miyim?” deseydi. Ne olurdu hiç düşündünüz mü? Toplar hala patlasa da savaşlar, ilmin, fennin, teknolojinin, siyasetin, endüstrinin, tarımın, kökün, ekonomik istikrarın gücüne göre şekilleniyor. Bu alanlarda olan her birey, Seyit Onbaşı’nın topa sarılıp kaldırdığı gibi sarılırsa işine, bu vatana kimse çirkin emeller ile bakmaya cesaret edemez.
Srebrenitsa Katliamı ’nda bir çocuğun ölmeden önce annesine sorduğu, “Çocukları küçük kurşunlarla mı öldürürler anne?” Sorusunu hatırladınız mı? Bu soruyu sizin yavrunuz sorsa ne cevap verirdiniz? Peki üç yaşında bombardımanda yaralanan Suriyeli çocuğun, “Gidince sizi Allah’a şikâyet edeceğim.” sözünü… Bunu diyen sizin çocuğunuz olsa ne hissederdiniz? “Ukrayna’ da çocuklar şu anda kim bilir neler yaşıyorlar?” Sıcak yatağımıza girerken bu sorular geliyor mu aklımıza? Bunlar sadece gördüklerimiz. Peki ya göremediklerimiz… Dünyada dört yüz yirmi milyon çocuk çatışma altında yaşıyor. Onlar neler hissediyor, neler diyor kim bilir? Duyduğumuz iki cümle yakarken içimizi, evlatlarımıza konduramazken o iki cümleyi. O dört yüz yirmi milyon çocuğun dediklerini duymuyoruz diye onların acıları, yıkımları yok olmuyor… Onlar o çatışmaların altında kalmaktan kurtulamıyor…
Bütün bunları hatırlatmamın sebebi; birey olarak savaşlara engel olacak, oluşan yaraları saracak gücümüzün olmamasının, yapacak bir şeyimizin olmadığı anlamına gelmediğini göstermeye, anlatmaya çalışma gayretidir. Dünyada yaşanan bu savaşların vatanımızda yaşanmaması, geçmişteki acıların tekerrür etmemesi için ülkemizin daha da güçlenerek, emelleri olanların iştahını kesmesi için bizim de elimizden gelenler olduğunu anlatma gayretidir. Elimizden gelen, görevimizde iyi en iyi olmaya çalışmak. Görevimize Seyit Onbaşı’nın topa sarıldığı gibi sarılarak, yapabildiğimizin en iyisini yapmak. Toplumun maddi gücünde, manevi ruhunda bizim payımızın olduğunu unutmadan; dosta güven, düşmana korku salan bir vatanda geleceğimizi, çocuklarımızı, nesillerimizi koruma altına almak…
Yaptığımız işi, bulunduğumuz statüyü, üstlendiğimizi görevi küçümsemeden, “Bir tek ben miyim?” demeden. Seyit Onbaşı’nın topa sarıldığı gibi görevimize sarılarak, elimizden gelenin en iyisini yapabilmek dileğiyle.
Saygılar, Sevgiler.