İTİBARIN ZEKÂTI

Biz insanoğlu hep bir şeyler aradık… Yine arıyoruz… Kimi zaman ihtiyaçtan doğan buluşlarımızla hayatı kolaylaştırdık. Kimi zaman hastalıklara tedaviler bulduk arayışlarımızın neticesinde. Zamanımızda ise yana yakıla huzuru arıyoruz… Huzurun nimet olduğunu unutup kalıpların içinde sığdırmaya çalıştığımızdan, huzuru ev tapusuna, araba anahtarına, lüks eşyalara hapsetmeye çalıştığımızdan beri huzur bizden kaçar oldu. Manevi hayatın doyumsuzluğu içinde yüzmek isteyen ruhumuza da aynı muameleyi yaptık. Ruhumuz kalıpların içinde can çekişiyor. Huzur bizden kaçıyor. Öyle bir kaçıyor ki zamanımızın en hızlı ulaşım aracına binsek yakalamak mümkün olmuyor. Ancak yakalamanın hatta huzurun denizlerinde yüzmenin bir yöntemi var. Kalpler keşfetmek, kalplere girmek. Belki bu dediğimizi layıkıyla yapan huzurun ve maneviyatın ummanında kulaçlar atmaya doyamayan dostlar vardır aramızda. Muhakkak vardır. Çocukluğumdan beri öyle güzel insanların varlığına şahidim çünkü. Onlardan birinde şahit olduğum bir anıyı paylaşmak istiyorum sizinle.
Anıyı isim vermeden anlatmak istiyorum kıymetli dostlar. Bir sebepten maddi sıkıntı çeken, köyde yaşayan bir dostu geldi kahramanımızın yanına. Ne zamandır un alamadığından, evde ekmek yapmak için una ihtiyaç olduğundan bahsetti pamuk gibi yumuşak yürekli kahramanımıza. Bizde un var hemen vereyim, dedi yüce gönüllü insan. Ben senden un istemiyorum ki… Bu sözün ardından, para vereyim un al o vakit, dedi. Onu da istemiyorum, dedi köyden gelen misafir. İstemek zorunda kalan bir yüreğin hassasiyetini biliyordu kahramanımız. O hassasiyete saygısını hissettirecek, yumuşak, insanın içine güven salan kadife gibi sesiyle, saygıyla sordu. Senin için ne yapmamı istersin? Una ihtiyacı olan dostu ne un istiyordu kahramanımızdan ne de para. İstediği şey çoğu kişinin aklına dahi gelmezdi. O zamanlar bu isteğe bir isim koyamamıştım. Ama bugün o isteğin adına, itibarın zekâtı, diyorum. Sıkıldığında yanına geldiği dostundan itibarının zekatını istiyordu misafiri… Sözlerine devam etti.
“üÇ ay önce falanca dükkândan un aldım. Parasını on gün sonra veririm, dedim. Fakat on gün sonra değil de ancak geçen ay verebildim. Parayı zamanında veremediğim için yüz eğdi. Bugün un almak için gittiğimde un olmadığını söyledi. Hem de un çuvallarına bakarak… Sesimi çıkartmadan çıktım dükkândan. Senin sözünü geri bırakmazlar. Sen ne kadar un istersen verirler. Sonra vereceğim deyip kendine alıyormuş gibi bana un alıverir misin?” Kahramanımız ikiletmeden, tabi olur, dedi. Biliyordu ki, bir insan bir ihtiyacı için gelmişse kapısına, Allah iyilik yapma fırsatı ikram etmiştir. Hiç ikram geri çevrilir mi? Hele de Allah’tan gelen bir ikram geri çevrilir mi? Kahramanımız unu kendine alıyormuş gibi veresiye aldı. İstese parasını da verebilirdi. Dostunu incitmekten imtina etti. Dostu bir zaman sonra parasını getirdiğinde dükkâna hesabı kapattı.
Anlattığım bu anıda iki tarafta huzur hissediyordu. İsteyen taraf, her sıkıldığında gidebileceği cömert, incitmeyen dostunun varlığının verdiği huzuru hissediyordu. Veren el olma bahtiyarlığına erişen kahramanımız ise vererek mutlu olmanın huzurunu hissediyordu… Vererek mutlu olmak… Cimriliğin düşmanı bir cümle değil mi kıymetli dostlar? Vermek deyince maddi karşılığı olan bir vermeği anlamamak gerekir. Anlattığımız olayda itibar cihetinden bir vermek gerçekleşmişti.
Bugün insan olarak vermekten ne anlıyoruz? Bir kitapta okumuştum, her şeyin zekâtı kendi türündendir, diyordu. İlmin zekatının öğretmek, mutluluğun zekatının mutlu etmek, konuşmanın zekâtının güzel söz söylemek olduğundan ve daha birçok örnekten bahsediyordu. Paranın ya da mal varlığının zekâtını verme konusunda ne durumdayız bilemem, hepimiz bunun muhasebesini kendi içimizde yaparız. Ancak asık bir yüzle dolaşan insanları gördüğümde tebessüm etmenin, o bahşedilen yüzün zekâtı olduğu düşüncesi geliyor aklıma. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de “Tebessüm sadakadır.” demiyor muydu? Bir tebessüm etmenin, karşımızdakine güzel bir iki cümle söylemenin hatta hâl hatır sormanın cimriliğini neden yapıyoruz bir türlü anlayamıyorum. Selam vermenin önemi dinimizde vurgulanırken, biz selam vermekten neden bu kadar kaçıyoruz? Selam verdiğimiz kaç kişi bizi tersledi? Güzel düşüncelerle hâl hatır sorduğumuz kaç kişiden kötü karşılık gördük? Güzelliğin, iyiliğin, tebessümün bir iksiri vardır kıymetli dostlar. Sihirli bir havası vardır…
Geçtiğimiz hafta otobüs durağında beklerken altmış yaşlarında bir teyze geldi durağa. Yüzüne baktığımda yüreğim burkuldu. Teyzenin gözlerinden ardı ardına yaşlar akıyordu. Yüzü mateme bürünmüştü. Önce rahatsız etmek istemedim. Fakat teyzenin gözyaşları durmuyordu. Hiç sesi çıkmasa da göz yaşları yüreğine sığmamış, bütün sınırları yıkarak gözlerinden aşağıya taşıyordu. İçim el vermedi o gözyaşlarının daha fazla akmasına. Yanına yanaştım. “Teyzeciğim nasılsın? Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye birkaç soru yönelttim. Teyze, gözlerini sıkarak, “Keşke öyle bir şey olsaydı kızım. Keşke yardım edebileceğin bir şey olsaydı. Öyle bir şey değil ki.” Dedi göz yaşlarını eliyle silerek. Çantamdan peçete çıkartıp uzattım. Yüzüme bakarak, “Yine de sorduğun için sağ ol. Allah razı olsun.” dedi. Bir zaman sonra yüzüne baktığımda gözlerinden akan yaşlar durmuştu. Teyzenin derdine derman olamadım. Derdi yüreğini yakmaya devam ediyordu. Fakat durağa geldiğinden beri bir türlü durduramadığı gözyaşları akmıyordu artık. En azından bir müddet durmuştu gözyaşları. Teyzeye halini sormam ona ne kadar iyi geldi bilemiyorum. Hangi duygularla ayrıldı duraktan onu da bilemiyorum. Ama o teyzenin gözyaşlarının dindiğini görmek bana iyi geldi. Birkaç cümle ile gönül yaralarına pansuman yapıldığını görmek insan olmanın güzelliğini hissettirdi…
Sahip olduğumuz bütün güzelliklerin şükrünü hakkıyla eda edebilmek, bütün güzelliklerimizin zekatını kendi cihetinden verebilmek dileğiyle.
Saygılar, sevgiler