ÇEKİRDEK MUTLULUKLAR

İnsan ne ile güler? En çok ne mutlu eder insanı? Biraz ilgi biraz muhabbet mutlu olmaya, gülmeye yeter mi? Sokakta insanların yüzlerine bakardım bazen. Sezdirmeden, usulca bakardım. Yüz ifadelerinden mutluluğun çetelesini çıkartmaya çalışırdım. Gördüğüm insanların yüzünde mutluluk kıvrımları arardım. Sonra çetelesini tutardım. Gördüğüm on kişiden iki ya da üçünün yüzünde mutluluk emaresi görürdüm. Bazen on insanın da somurtkanlığında ezilirdim. Hatta “Somurtanlara para mı ödüyorlar?” diye sorduğum da olurdu kendi kendime. Dün yine baktım sokakta dolaşan insanların yüzüne. Bir kişi gördüm gülen. İçten gülen bir kişi… Çocuktu…

“Büyüdükçe mi alınıyor insanın yüreğinden mutluluk, yüzünden tebessüm?” sorusu kıvrandı durdu beynimde. İçten gülen çocuğun yüzü kendi çocukluğumuza götürdü beni. “Çocukken en çok ne zaman gülerdik?” dedim kendi kendime. Sonunda buldum. En çok birlikte olduğumuzda, bir yere ait olduğumuzu hissettiğimizde, bir işin parçası olduğumuzda güldüğümüzü hatırladım.

Çocukluğumun harman günleri… Ne çok gülerdik. Temmuz sonu ya da ağustos ortası… biz taşırdık, büyükler harman makinesinin dişli ağızına verirdi ekinleri. Her şeyi yutan bir canavar gibi gelirdi o zamanlar harman makinesi bana. Harman makinesinin buğday veren bölümünde bazen çuval tuttururlardı bize. Çuvallar dolunca bütün buğdayı biz üretmişiz gibi bir hisse kapılırdık. Görseniz ne mutlu olurduk. Üretebilmenin bereketi çocuk kalbimize sonsuz bir güven verirdi. Çocuktuk, kimimiz dokuz, kimimiz on yaşında. En büyüğümüz on dört bile değildi. Biz çocuktuk, bütün işlerde vardık, üretimin parçasıydık, çok eğlenirdik. Yorulurduk da…

“Daha saman taşınacak” dediklerinde sızlanırdık… İşe girişince az önce sızlanan biz değilmişiz gibi eğlencenin kollarında yapardık işimizi. Tüm samanı taşırdık. Küfenin ipleri omuzumuzu keserdi. Yine de eğlenirdik. Samanlık dolunca çatıyı tutan kalın tahtalara çıkıp saman yığına bırakırdık kendimizi. Saçımız, kirpiklerimiz, kulaklarımız saman dolardı. Biz gülerdik… Denize atlar gibi atlardık saman yığınlarına…  Saman taşıma eğlencemiz bitince samanlıktan çıkar evin önüne gelirdik. Eve almazlardı bizi o halde. Almayacaklarını bildiğimizdendi saman yığınına dalışlarımız. Sıcak yaz gününde evde yıkanmak olmazdı. Göle götürürlerdi bizi. Canım annem üstlenirdi bu görevi sekiz ya da on tane çocuğun önüne düşer gölde yıkamaya götürürdü bizi. Yıkanmak dediğimize bakmayın saatlerce dalıp dalıp çıkardık göle. Ördeklerden daha güzeldi dalışlarımız. Bütün gün hiç yorulmamış gibi saatlerce yüzerdik. Akşam yemeğinde iyice üzerimize çökerdi yorgunluğumuz. Uykuya yenik düşene kadar ne yiyebilirsek artık. Uykuya yenik düşmeye ramak kaldığı bir arada büyüklerin, “Çocuklar çok çalıştı, yoruldular.” sözünü duyardık. İşte o zaman gururlanır, bulutlara çıkardık. Bulutların üzerinde sabahlardık. Biz çocuktuk, adımızla sanımızla çocuk… Yaramazdık… Çalışkandık… Mutluyduk… Çocuktuk…

Hatırladığım bir şey daha var biz gülerken büyüklerin bize eşlik ettiği… Şimdi çocukları dahi zar zor gülerken görüyoruz. “Ne alınmıştı çocukların ellerinden?” sorusunu sora sora buldum cevabı. Çocuklar birliktelik göremiyorlar çevrelerinde. Büyük büyük ailelerin içinde her duyguyla harmanlanmıyorlar. Kendilerini bir yere ait hissetmiyorlar. Bir işin parçası değiller. Ve en önemlisi bunları yaşayabilecekleri güvenli bir ortamları yok… Ebeveynler çocuklarını tedirginlik içinde büyütüyorlar. “Ben olmasam da ailenin büyükleri çocuğumla ilgilenir.” düşüncesinin yerini “Ben olmazsam çocuğumu kim koruyacak?” endişesi almış durumda. Çocuklar, büyüklerin endişesini kişiliklerine işleyerek büyümekteler.

Anladım ki, güven duygusunu derinden hissedememek almış insanların yüzünden tebessümü, yüreğinden mutluluğu… Birçok yazımda belirttiğim düşüncemi tekrarlamak istiyorum. Aileler küçüldükçe mutluluklar da küçüldü. Çekirdek ailelerde çekirdek mutluluklarla idare eder olduk.

Büyük ailelerde büyük mutlulukları yaşayabilmek dileğiyle.

Saygılar, sevgiler.