KÖKLERİMİZE TUTUNARAK ÖĞRENEBİLMEK…

İnsanoğlu beşikten mezara kadar öğrenir. Her yeni yaşında hatta her gün her an öğrenir. Tecrübe ettiği her olayda öğrendiklerini doldurur hayat heybesine. Tanıştığı, konuştuğu her kişi öğrenme kaynağıdır. Okuduğu her kitap hazine sandığı… Öğrenmeye ekmek kadar su kadar hava kadar ihtiyacımız vardır. Bizler bunu gerektiği kadar önemsemesek de gerçek budur. Bu gerçeği tıp da doğrulamaktadır. Öğrenmeyen ya da öğrenmeye yönelik aktiviteler içerisinde bulunmayan insanların beyinleri yavaşlamaya başlıyor. Hatta durma derecesine geliyor. Alzaymır hastalığının nedenleri arasında beyini çalıştıran aktivitelerden uzak durmak vardır. Hal böyle iken öğrenmek, okumak, araştırmak bizim temel ihtiyaçlarından biridir desek yalan olmaz.
Öğrenmek bizim temel ihtiyacımız, dedik. Eksik olduğumuz, öğrenme ile ilişkili başka bir temel ihtiyacımızdan bahsetmek istiyorum. Geçmişimizi öğrenmek… Köklerimizi öğrenmek… Bizi biz yapan değerleri öğrenmek… Köklerimizin nerelere dayandığını öğrenmek… Bunlardan bahsediyorum. Biz kimiz, sorusuna kendi kaynaklarımızdan cevap bulmaktan bahsediyorum. Batı emperyalizminin bize dayattığı, yetersizlik duygusu aşılayan, batının şişme yüceltmelerinin bilgi diye dayatıldıklarından bahsetmiyorum.
Örneğin; acaba büyük büyük dedemiz bulunduğumuz yere nereden, ne zaman geldi? Atalarımın hayatının merkezinde acaba ne vardı? En çok ne için mücadele etmişlerdi? Nasıl bir eğitimden geçmişlerdi? En iyi hangi işi yapıyorlardı? Yaşadıkları toplumda hangi özellikleriyle anılıyorlardı? Değer yargıları ne idi? Onların değer verdikleri, şu an benim için ne kadar önemli? Yaşadıkları devirde hangi ilim insanları vardı? Neler icat edilmişti? Hangi zaman birimini kullanıyorlardı? Yaşadıkları mekânın coğrafi ve tarihi özellikleri onlara neler kazandırmıştı? Zaman ve mekân olgusunda kendi tarihlerini yaşayabiliyorlar mıydı? Tarihe katkıları ne idi? Kahramanlıkları var mıydı? Bu ve buna benzer soruların gerçek cevaplarından bahsediyorum. Bizler bu soruların cevaplarını bulduğumuzda kendimizi zamanın ve mekânın içinde sağlam bir yere oturtacağız. Bir kitapta okumuştum; insan, zaman ve mekân birbirinden ayrı düşünülemez. Yaşadığımız mekânda başka bir mekânda imiş gibi yaşıyor isek kendimizi kaybederiz, diyordu. Çok haklıydı. Bizlere yıllarca kendi vatanımızda, Avrupai yaşam tarzı özendirilmedi mi? Çoğumuz Anadolu topraklarında, kendimize ait olmayan bir mekânın yaşamını benimseyerek kendimizi kaybetmedik mi? Bu şekilde kendi mekânımıza ait bilgileri ve duyguları bir alzaymır hastası gibi unutmadık mı?
Çocukluğumda, büyüklerime kulak misafiri olduğumda duyduğum bir söz vardı. Bizim toprağımızdan çömlek olmaz… Çocukken sarı topraktan kendimize oyuncak tencere, tabak vs. yapardık. O zamanlar çocuk aklımla, biz yaptık oldu, dediğimi hatırlıyorum. Bu sözün umutsuzluk aşılayan bir deyim olduğunu okul hayatımda öğrendim. Neden bu söz söyleniyordu diye düşündüm sonraları. Pek ala bizim topraklarımızdan da çömlekler olur. Hem de çok güzel olur. Dediğim çok oldu kendi kendime. Oldu da çok güzel insanlar yetişti bizim topraklarımızdan. Öyleyse bu umutsuzluğun kaynağı ne idi? Bu umutsuzluk batı emperyalizmi tarafından aşılanmıştı toplumumuza. Bizi başaramayacağımıza öyle inandırmışlardı ki toplumda buna dair deyim bile kullanılır olmuştu.
Atalarımızın nüfus mübadelesi sırasında bulunduğumuz bölgeyi Müslümanlaştırmak için Osmanlı Devleti tarafından gönderildiğini, Osmanlı Ordusunda Okçu birliklerden olduklarını öğrendiğimde, farklı bir güven duygusu oluştu belleğimde. Hayat yolunda adımlarımın sağlamlaştığını hissettim. Demek ki atalarının geldiği yeri bilmek, hayata bakış açımızda önem arz ediyor. Bunun için az önce belirttiğimiz soruların cevaplarını öğrenmemiz gerekiyor. Kendimizi zaman ve mekân olgusu içinde konumlandırma noktasında bu cevaplar çok önemli.
Öğrenmemiz gerektiğine inandığım bir konu daha var. Acaba atalarımızın okuduğu kitaplar ne idi? Hangi dilde idi? Hangi dilde yazıyorlardı? Acaba büyük büyük dedemiz bize bir mektup yazsaydı, biz şimdi onu okuyabilecek miydik?
Bu konu ile ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum kıymetli dostlar. Darıca Kitap Fuarında İsmail Yiğit isimli bir büyüğümüzle aynı stantta kitap imzaladık. Tıpkıbasım olan ‘Karagöz’ isimli kitabı oldukça ilgimi çekti. Hepimiz Karagöz’ü tanırdık. İsmail Hocamız acaba neden bunu yazma gereği hissetmiş diyerek kitabı inceledim. İsmail Hocamız kitabında, önce Osmanlı Türkçesi ile yazılı diyaloğa yer vermiş. Hemen karşı sayfasına aynı diyaloğun günümüz alfabesiyle yazılmış şekline. Diyalogların sonunda ise anlamını bilemediğimiz Osmanlı zamanında kullanılan kelimelerin tercümesini belirtmiş. Bir nevi Türkçeden Türkçeye tercüme gerçekleştirmiş. Kitabı inceledikten sonra Osmanlı Türkçesini okuyamamanın hüznü kapladı içimi. Hocamız anlamış olacak ki; Osmanlıca biliyor musun? Sorusunu yöneltti. Hayır ama öğrenmeyi çok isterdim, cevabımı duyunca. On dakika içinde öğrenebileceğimi söyledi. Kur’an-ı Kerim okumayı bilen bir kişi birkaç önemli noktayı öğrendikten sonra Osmanlı Türkçesini öğrenebilir, dedi. Gerçekten de on dakika içinde öğretti. Geliştirmek sana kalmış, dedi.
Çok iyi derecede olmasa da şu an Osmanlı Türkçesi okuyabiliyorum. Daha iyi okumak da nasip olur inşallah. Demek istediğim Osmanlı Türkçesini okuyabilmek bana çok iyi geldi. Atalarımın okuduğu alfabeyi okuyabilmek başka bir his uyandırdı. Memleketimizde büyük büyük dedelerimizin mezar taşları Osmanlı Türkçesi ile yazılmış. Kabir ziyaretinde o yazıları okuduğumda kendimi çok daha iyi hissedeceğime eminim. Çünkü geçmişimden gelen köklerden birine tutunma fırsatı buldum. O köke sımsıkı tutunmak başka köklere tutunma fırsatı da verecektir. Belki de böylece gelecek nesillerimize tutunabileceği sağlam kökler salmak bizler için de mümkün olacaktır.
Geçmişini bilenler gelecekte ne yapacaklarını da bilirler. Onların yolları daha aydınlık, adımları daha sağlamdır. Köklerimize tutunarak öğrenebilmek, yeni ufuklara sağlam adımlar atabilmek dileği ve duasıyla.
Saygılar, sevgiler.