MERDİVEN MACERASI

Yılların yorgun bıraktığı adımlarını ağır ağır atıyordu Tuna Bey. Az sonra altından vızır vızır arabaların geçtiği bir üst geçit merdivenin dibine geldi. Başını kaldırıp merdivenin bittiği son basamağı görmeye çalıştı. Gözünde büyüdü basamaklar. Sarp bir dağa tırmanacağı hissi oluştu içinde. Güneşin yakıcı sıcaklığı, yüzünden akan terlerin sebebiydi. Bastonunu merdivenin trabzanına dayayıp diğer elindeki su şişesinin kapağını açtı. Pet şişenin içindeki suyu yarısına kadar hararetle içti. Şişenin ağzını kapatıp bastonunu aldı. Ağır ağır çıktı merdivenleri. O anda bir şiir döküldü gönlünün derinliklerinden. Liseye giderken ezberlemişti bu şiiri. Kendi arzusuyla ezberlediği ilk şiirdi bu. Sonraları nicelerini ezberlemişti. Ne zaman öğrencilerinin dersten sıkıldığını görse hemen bir şiir okurdu. Öğrencileri onun ezberden okuduğu şiirlere bayılırlardı. Çünkü sadece dili ile değil bütün benliği ile okurdu şiirleri… Şimdi ise hastane yolunda, çıkmaya zorlandığı merdivenin başında okuyacaktı, ezberlediği ilk şiiri. “Kaderin cilvesine bak, yolun sonuna yaklaştığında ilkleri hatırlatıyor insana…” dedi.

İlk basamağı attığında söyledi ilk mısrayı, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.” ardından derin bir nefes aldı. Daha ilk basamaktaki bu nefes yorgunluktan değildi. Bir iç geçirmeydi bu giden yılların ardından. “Eskiden merdivenler benim için de merdivendi sadece. Şimdi ise bastonsuz tırmanamadığım koca bir dağ… Türküler mırıldanarak çıkardım. İnerken ayak sektirdiğim de olurdu. Eskiden cambazıydım bu merdivenlerin. Ah! Ah! Hey gidi gençlik, sen nasıl bir nimetmişsin?” dedikten sonra bastonunu iyice kavrayıp merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladı. Etrafından akıp giden insanlara aldırmadan, şiirini okuyarak ağır ağır çıkıyordu merdivenleri. Bir eli ile bastonundan güç alıyor, diğer eli ile trabzanları tutuyordu.

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
            Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
            Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta,
           Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
           Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
           Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta,
            Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Ahmet Haşim’in meşhur merdiven şiiri, zorlanarak çıktığı bu merdivenlerde koluna girmişti. Adımlarını hızlandırmıştı sanki. Bu düşünce ile tebessüm etti. Yıllarca Öğrencilerine, “Şiirler duygularınızın yol arkadaşıdır. Ezbere bildiğiniz bir şiir, zorlandığınız bir duyguyu taşımanıza yardım eder. Duygularınıza rehber olur.” demişti. Şimdi dermansız bacaklarının, çelimsiz adımlarını taşımaya yardım ediyordu, ezberindeki şiir. Daha derin bir tebessümle, “Ne büyük adammışım. Ne güzel söz etmişim. Şu an bir şiir hem duygularımı hem adımlarımı taşımakta.” diyerek dalga geçti kendi ile. Bir sonraki basamağa bastonunu daha sert vurarak ve daha yüksek bir sesle, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,” diyerek, şiiri tekrar okumaya başladı. Yanından geçenler, adımlarını yavaşlatarak yüzüne bakıyorlardı, yaşlılığına şiirler söyleyen adamın. “Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…” mısrasına geldiğinde merdivenin son bulduğunu anladı. “İşte ömrümün akşam vakti…” dedi sessizce. Üst geçidin, yürüme kısmında ilerlemeden önce dinlenmek istedi. İncik boncuk satan işportacının yanında boş olan yere oturdu. İşportacı tabure vermek istedi. Kabul etmedi. “Böyle iyi.” dedi. İşportacı,

“Yoruldun mu amca?” dedi. Başını sallayarak cevap verdi. Keza şiir okuyarak merdiven çıkmak nefesini kesmişti. Dinlenirken yanına bir kedi geldi. Hâlinden susamış olduğunu anladı. Elindeki pet şişeye baktı. Kediye yetecek kadar su vardı içinde. İşportacıdan bir çakı istedi. Pet şişeyi suyun bittiği yerden kesti. Üst kısmını ayırdı. Zavallı kedi o kadar susamıştı ki hemen suyu içmeye başladı. Teşekkür edip çakıyı işportacıya iade etti. Sonra toparlanıp yürümeye hazırlandı. Onun kalktığını gören işportacı, “Gidiyor musun?” dedi. Kalmasını isteyen bir edayla. Belli ki yaşlı ama nüktedan olan, on dakikalık arkadaşına kanı kaynamıştı. Yine başını sallayarak “Evet” dedi. İşportacı,

“Kendine dikkat et. Fazla yorma kendini.” dedi. Tebessüm ederek cevap verdi:

“Yormayacağız da şu maceralar olmasa.” Şaşkınlıkla, “Ne macerası?” dedi işportacı. Tebessümünü kahkahaya çevirerek,

“Merdiven macerası…” dedi ve ağır adımlarla ayrıldı işportacının yanından. Mırıldanarak kendine bir şeyler söyledi:

“Ya böyle işte Tuna Bey, yaşlanınca merdiven çıkmak bile maceraya dönüşüyormuş.”

Hikâyedeki yaşlı amca o gün gideceği yere kadar kim bilir daha kaç tane şiir okudu. Kim bilir daha kaç tane nüktedan cümle kurdu. Yaşlı bedenini gezdirmek ona zor geliyordu. Yaşlılık hissinin ağır geldiği de aşikârdı. Ancak yine de kabullenmişti yaşlılığı. Kendine espriler yapabilecek kadar kabullenmişti. Bu kabullenişi kendi içinde bir yol arkadaşının olmasındandı. İç dünyasında beslediği şiir ve edebiyat aşkı yaşlılığında ona yol arkadaşı olmuştu.

İnsan en çok yaşlılığında yalnız kalırmış. Yaşlılık kapımızı çaldığında, içimizde beslediğimiz bir yol arkadaşımız var mı? Yoksa yaşlılığımızda dağ gibi görünen merdivenleri, oflayarak çakacak kadar yalnız mı bırakıyoruz içimizi?

Her hikâye hisseler sunarmış insana. Hissemize sunulan soruları gençken cevaplamak dileğiyle.

Saygılar, sevgiler.